Bir önceki yazımda Birleşik Krallık seyahatimizin Londra ayağının ilk haftasını anlatmıştım. Bu kez Londra’da geçirdiğimiz ikinci hafta neler yaptığımızı anlatacağım.
Pazartesi günüydü, haftaya müze ziyaretleriyle başladık. Ama önce yine enfes bir kahvaltı yaptık. Kuşkonmazlı güzel bir omlet yedik.
Otelin hemen yanında yer alan Mansion House istasyonundan circle ve district hatlarının metroları geçiyordu. Bu hattı kullanarak South Kensington’a gittik. South Kensington civarında pek çok müze var. Metro çıkışında müzelerin yönlerini gösteren tabelaları takip ederek istediğiniz müzeyi bulmak kolay.
Biz bilim müzesinden başladık. Ücretsiz bir müze, ama giriş için online rezervasyon yapmanız gerekiyor, basit bir işlem. Birkaç gün önceden rezervasyon yaparsanız yer bulmanız rahat olur. Benim de oldukça ilgimi çekti burası. Buharlı motorların tarihi gelişimini anlatan çok kapsamlı bir bölüm vardı. Bunun dışında uzay ve havacılıkla ilgili kısım da güzeldi. Bilgisayar, mühendislik, iletişim ve matematikle ilgili bir sürü sergi dolaştık. Bu müzenin hakkını vermek için en az 3 saati gözden çıkarın.
Bilim müzesinin hemen yanında doğa tarihi müzesi bulunuyor, burası da ücretsiz bir müze. Benzer biçimde rezervasyon gerekiyor. Çocukların en çok ilgisini çeken müze sanırım bu. Özellikle hareketli T-Rex maketi mükemmel bir gerçeklikte, heybeti ve gerçekliğiyle insanı etkiliyor. Bu maketi gören bazı çocuklar korkup ağlayabiliyorlar, dikkat etmek lazım. Eğlensin diye getirdiğiniz müzede çocuğu ağlatmaya gerek yok, öncesinde biraz bahsedin ki göreceklerine hazır olsunlar. Bu müzeye de en az 3 saat gerekir. Biz iki müzeyi arka arkaya gezdik, biz ettik siz etmeyin, çok yorucu oluyor.
Müzelerden çıktıktan sonra yol üstünde bir dondurma arabası görünce birer dondurma alalım dedik. Dondurmacı Bulgar göçmeni bir Türk çıktı, dondurmaların birinin ücretini almadı sağ olsun.
Öğle namazı vakti geçmek üzereydi, yakınlarda bir mescit var mı diye baktım ama bulamadım. Biz de en yakın parka geçip (Hyde parktı sanırım), çimlerin üstünde kılalım dedik namazları. İngiltere gezimizin çoğunda namazları hep dışarıda parklarda ve bahçelerde kıldık. Yanımıza getirdiğimiz pet şişeye parklardaki çeşmelerden su doldurup abdestimizi de rahatça alabildik. Kimse size bakmıyor bile. Gönül rahatlığıyla ve karışan kimse olmadan huzur içinde ibadetlerimizi yaptık. İşin trajikomik tarafı, aynı şeyi İstanbul’da yaptığımızda millet söylene söylene geçmişti yanımızdan.
Parkta biraz dinlenip, hareketli ve kalabalık ama bir o kadar da güzel bir yer olan Covent Garden’a geçtik. Covent Garden gibi turistik meydanlarda sokak sanatçıları çeşitli gösteriler yapıyor. Biz de bir tanesine bakalım dedik, adam baya usta cambazlık yaptı, gözümüzü kırpmadan izledik. Daha sonra aynı adamı Edinburgh’da da gördük, meğer böyle dolaşıyorlarmış. Gösteriler ücretsiz, ama gösteri bitiminde pamuk eller cebe diyip para topluyor sanatçılar. Biz de siftah olsun diye yanlış hatırlamıyorsam bir beşlik ateşlemiştik.
Bundan yaklaşık 7-8 sene evvel Londra’da yaşarken Covent Garden taraflarına bir kere ulaşım müzesi için gelmiştik. Nedense onun haricinde hiç gelmemiştik, halbuki çok güzel bir yermiş, ileriki günlerde birkaç kere daha yolumuzu buraya düşürdük.
İngiltere gezimizdeki ilk büyük alışverişimizi de yakınlardaki bir Mountain Warehouse mağazasından yaptık. Çok güzel yağmurluklar, polarlar, kamp malzemeleri, ayakkabılar ve daha pek çok ürün var. Bir tane de güneş gözlüğü aldık. Fiyatları gayet uygundu, indirimli ürünleri tercih etmeye gayret ettik. Mağazaların genellikle tenha olması dikkatimi çekti. İstisna olarak, Primark ve TK Max kalabalık olan iki mağaza zinciri. Ama bunların da merkezi noktalardaki şubeleri kalabalık oluyor sadece.
Diğer bir alışverişimizi Waterstones adındaki kitabevinden yaptık, birkaç kitap ve kutu oyunu aldık. Waterstones çok hoşuma gitti, kitapları incelemek çok zevkliydi.
Epey yorulduktan sonra, sanırım 15 numaralı otobüse binip kaldığımız yere dönmüştük.
Güne müze ziyaretiyle başladık. British Museum’a gittik. Öncesinde ücretsiz rezervasyon gerekiyor, girişte de uzunca bir kuyruk vardı. İngilizlerin Anadolu’dan, Mısır’dan ve başka pek çok yerden çalıp getirdiği tarihi eserleri görebilirsiniz bu müzede. İslam tarihi, antik yunan ve mısır en çok dikkatimizi çeken bölümler oldu.
Müzeden çıkınca, çok yakınımızda bulunan Tottenham Court Road’daki Primark’ta biraz bir şeyler baktık. Daha sonra central line metrosuna binip, bir arkadaşımızla buluşacağımız Holland Park’a geldik.
Yol üstündeki marketten sandviç, meşrubat ve cips falan aldık piknik yaparız diye. Öğle yemeklerimizi çoğunlukla bu şekilde bir parkta marketten aldığımız öte-beriyi yiyerek geçirdik.
Holland Park Londra’nın en güzel, en bakımlı parklarından biri. Bulunduğu muhit de oldukça zengin ve göz önünde olan bir yer. Ağaçlarda sincap dolu her yerde olduğu gibi. Hava kapalı olunca ağaç gölgesine sığınmamız gerekmedi, açık bir yere serdik örtümüzü ve dinlendik.
Arkadaşım uzun zamandır Londra’da yaşıyor, sağolsun çok güzel tavsiyelerde bulundu yeme içme ve gezme açısından. Hemen o akşam, tavsiye ettiği makarnacıya gittik. Padella diye bir yer, gerçekten arkadaşın anlattığı kadar varmış, çok güzeldi makarnası. Bu restoranda bize yardımcı olan garson nereli olduğumuzu sordu. Türk olduğumuzu duyunca, biraz Türkçe konuşmaya çalıştı. Meğer en yakın arkadaşı Türkmüş, ondan çat pat öğrenmiş hiç fena değildi.
Borough Market’in hemen dışında bulunan restorandan, kaldığımız yere yürüyerek 15-20 dakikada gidilebiliyordu. Biz de London Bridge üzerinden gecenin serinliğinde yürüyerek ve fotoğraf çekerek otele doğru yol aldık.
Monument (Londra’daki tarihi büyük yangın sonrası dikilen bir anıt) üzerinden Cannon Street’i takip ederek otele vardık. Bank istasyonu yenilenmiş, biz eskiden kaldığımızda bu cadde üstünde girişi yoktu istasyonun, şimdi kocaman bir giriş koymuşlar buraya.
Trafalgar meydanına gitmeye karar verdik. Hemen yanımızdaki Mansion House istasyonundan district/circle hatlarından birine binip Embankment durağında indik. Bu duraktan Trafalgar’a yaklaşık 10 dakikalık bir yürüme mesafesi var. Yol üstündeki hediyelik eşya dükkanlarına bakarak ilerledik. Trafalgar’da biraz oturup soluklandıktan sonra Leicester Square’e doğru yürümeye koyulduk. Leicester Square, Covent Garden’ın hemen yakınında bulunan kalabalık bir meydan. Burada meşhur Lego ve M&M’s mağazaları var. Geçen gün Covent Garden’a geldiğimizde, buradaki Lego mağazasının önünden geçmiştik ama içeri girememiştik. Çok kalabalıktı ve içeri girmek için sıra beklemeniz gerekiyordu. Bugün erken geldiğimiz için sıra yoktu, hemen Lego’ya girdik.
Gördüğüm kadarıyla fiyatlar hemen hemen bizdekiyle aynı, yani çok pahalı. Ama çeşitlilik çok, daha önce hiç görmediğim lego modelleri gördüm. Lego dışında hediyelik farklı eşyalar ve kıyafetler de satılıyor bu mağazada. Çok güzel ürünler var, ama fiyatları maalesef pahalı.
Lego mağazasından çıkınca, karşısında yer alan M&M’s mağazasına girdik. Bu mağaza da çok hoş, 3 katlı kocaman bir yer. Boş kaplar alıp istediğiniz şekerlerden doldurabiliyorsunuz, veya hazır paketlilerden de alabilirsiniz. Şeker dışında yine Lego mağazasındaki gibi birçok kıyafet ve hediyelik eşya da bulunuyor. Çok tatlı kupalar ve bardaklar vardı.
Leicester Square’deki mağazaları gezdikten sonra karnımız biraz acıktı. Genelde kahvaltıyı sağlam yapıp, öğlen yemeğini hafif geçiştiriyorduk. Portekizin nata tatlısını yapan bir yer varmış yakınlarda, oraya gitmeye karar verdik. İlk defa yediğimiz bu tatlıyı beğendik. Ben bizim laz böreğine benzettim. Üzerine tarçın serpiştirip yiyince daha lezzetli oluyor. Daha sonra fark ettim ki Londra’da bir nata furyası başlamış, marketlerde bile satılıyor. Bir ara bizde her yerde deli gibi tirileçe yapılan dönemi anımsattı.
Bir şeyler atıştırıp dinlendikten sonra, Piccadily üzerinden Oxford caddesine doğru yürüdük. Burada biraz alışveriş yaptık. En çok ilgimi çeken NBA mağazası oldu. Fiyatları aşırı pahalıydı, mesela eski oyunculardan birinin isimli forması 10.000 lira civarındaydı.
Alışveriş sonrası ikindi namazı yaklaşmıştı. Oxford caddesine yakın Muslim World League diye bir cami var, oraya gittik. Daha önce İngiltere’ye ilk geldiğimizde burada cuma namazı kılmıştım, yine hatıralar canlandı gözümde.
Geçen hafta Greenwich’e gittiğimizde pazar günüydü ve çoğu yer kapalıydı, dolayısıyla fazla gezememiştik. Ayrıca müzeye de uğramamıştık, burada çok güzel bir denizcilik müzesi varmış. Sabah kahvaltıdan sonra Greenwich’e doğru DLR’a binerek hareket ettik. İlk iş olarak fazla yorulmamışken müzeyi gezelim dedik. Denizcilik müzesi güzeldi, çocukların ilgisini çekecek pek çok şey var. Bu müzenin hemen yanında Queen’s House var, burası da başka bir müze, sanat galerileri bulunuyor içinde. Benim çok ilgimi çekmedi.
Müzelerden çıktığımızda karnımız biraz acıkmıştı, yakındaki Greenwich Market’e geldik. Burada vegan garden diye bir tezgahtan sebzeli kiş ve salata tabağı aldık. Çok lezzetliydi. Dolaşırken bir gözlemeciye rastladık, Türkiye’den gelip yerleşmişler Greenwich’e. Greenwich ve genel olarak Londra’da Türk nüfus artmış sanırım, hem yerel halk olarak hem de turist olarak çok fazla vatandaşımıza rastladık.
Greenwich turumuzu bitirince, otobüse atladık ve batıya Tower Bridge’e doğru gittik. Tower Bridge, Londra fotoğraflarında sıkça gördüğümüz meşhur köprü. Köprünün kuzey ayağında Londra kalesi var (tower of london). Köprünün kulelerini de müze gibi yapmışlar, ücretli girip gezebiliyorsunuz. Londra kalesini de gezmek için yine ücret ödemeniz gerekli.
Biz köprünün kuzey tarafına geçip bir kafede oturduk.
Daha sonra yakındaki Tower Hill (tepe dediğine bakmayın, yine ufacık bir yükselti) metro durağına geçip circle hattına binerek batıya doğru, Westminster istasyonuna gittik. Westminster istasyonu oldukça merkezi bir yerde, civarında Big Ben saat kulesi, Westminster Katedrali, Westminster Sarayı ve köprüyü geçerseniz London Eye (dönme dolap) oldukça yakınında.
Bu bölge aşırı kalabalık. Fotoğraf çekerken etrafınızı iyi kontrol edin, hırsızlığın en çok yaşandığı bölge burası.
Dönme dolaba binmeye çok niyetliydik bu kez, fakat binen arkadaşlar o kadar kötüledi ki biz de vazgeçtik. Çok aşırı yavaş hareket ediyormuş, bir tam turu yarım saatte bitiyormuş. Hava da çok sıcaktı, biraz eziyete dönüşeceğini düşünerek ve tavsiyeler üzerine sadece uzaktan bakmakla yetindik.
Güne yine alışveriş ve mağaza gezerek başladık. Oxford caddesi civarında dolaştık. Meşhur oyuncakçı Hamleys’e girdik. Çok büyük ve güzel bir mağaza, ama fiyatlar yine aşırı pahalı maalesef.
Öğleden sonra Young V&A (çocuklara yönelik) müzesine gittik. Doğu Londra’da, Bethnal Green durağının yemen yanında bulunuyor. Ulaşımı çok rahattı ve kalabalık değildi. İnsanı yormayan, keyifli bir müze. Burada bir de origami etkinliğine katıldık. Origami kağıtlarını veriyorlar ve nasıl yapılacağını gösteriyorlar, çocuklar için de büyükler için de çok eğlenceli.
Müzeden çıkışta yine Covent Garden tarafına geçtik, artık burası bizim mekanımız oldu :) Whittard of Chelsea adındaki çay dükkanından biraz alışveriş yaptık. Çok güzel çaylar var, benim favorim “mango & bergamot”. Çay keşif paketi var, içinde 8 farklı poşet çay var. Bu şekilde alırsanız hepsinin tadına bakmış olursunuz. Ayrıca hemen hemen tüm çaylardan denemeniz için demlemiş oluyorlar. Deneyerek almak en doğrusu, ufak karton bardaklarla istediğiniz çayların tadına bakabilirsiniz.
Çay bizde de yetişiyor ama nedense bu kadar güzel olmuyor marketlerimizde satılan çaylar. Hammadde mevcut, ama toplama ve işleme kısmında yeterli özeni göstermiyoruz sanırım.
Bugün bir arkadaşımızla Borough Market’te buluşmak üzere sözleşmiştik. Saat 12 gibi Borough Market’e geldik, burası kaldığımız yere yürüyerek 15 dakika uzaklıkta. Borough Market Londra’nın en meşhur pazar yeri, kahvaltılık alabileceğiniz bir sürü tezgahlar var. Aklınıza gelebilecek hemen hemen her türlü gıda mevcut.
Turistler için uğrak bir mekan, biz gittiğimizde çok kalabalıktı. Arkadaşımızı da zor bulduk, biraz karışık bir yer.
Ayaküstü ama gayet lezzetli bir kahvaltı yaptık. Kahvaltı sonrası kahve gurmesi bir arkadaşımızın tavsiyesi üzerine Monmouth adındaki kahve dükkanına uğradık. Borough Market’in hemen yanında ve çok kalabalık bir dükkan, uzun kuyruklar oluyor önünde. Buradan kahvelerimizi aldık, söyledikleri kadar varmış, kahvesi enfesti.
Hava güzel olunca biraz Thames nehri kenarında yürüyelim dedik. Tatil boyunca yaptığımız en uzun yürüyüşe başladığımızdan haberimiz yoktu. Mansion House’taki evden başladığımız rota şu şekildeydi:
Mansion House -> London Bridge -> Borough Market -> Tate Modern ->
Blackfriars (güney) -> National Theatre -> Embankment -> Trafalgar ->
Piccadily -> Oxford Circus -> Bond Street -> Hyde Park
Toplam 16 kilometre yürümüşüz, fena sayılmaz.
Öğleden sonra Hyde Park’a ulaştığımızda, diğer kuzenime konum attım ve o da yanımıza geldi. Beraber oturup pikniğimizi yaptık, işten güçten bahsettik, zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Hava kararmaya başladığında vedalaştık ve metroya binerek otelimize döndük. Bu gece Londra’daki son gecemizdi, ertesi gün öğlen saatlerinde Bristol’e giden trene binecektik.
Gezinin 3. bölümünde Bristol ve sonrasında uğradığımız yerlerden bahsettim.