Gezi yazılarımın ikincisinde, bu yaz gerçekleştirdiğimiz 3 haftalık birleşik krallık seyahatimizin Londra’da geçen ilk haftasında neler yaptığımızı anlattım.
Sonraki bölümlerde sırayla;
seyahatlerimizden bahsetmeyi planlıyorum.
Yıllardır İngiltere’ye tekrar gidelim, gezelim diye içimizden geçiriyorduk. Fakat vize başvurusuyla uğraşmaya üşendiğim için hep ertelemiştik. Sonunda cesaretimi topladım ve vize işlemlerini başlattım.
Vize süreci gözümde büyüttüğüm kadar zor değilmiş. Bazı belgeleri Türkçe olarak vermeme rağmen vizeyi alabildik.
Uçak biletlerimizi vize çıktıktan sonra aldık, yani önceden bilet almanız gerekmiyor. Fakat kalacağınız adresi göstermeniz gerekiyor, dolayısıyla yalandan da olsa bir rezervasyon gerekli. Kalacağımız adres olarak airbnb’den iptal edilebilen bir yer ayarlayıp orayı gösterdik, çünkü daha karar vermemiştik nerelerde kalacağımıza.
Tüm süreç, hatta belgelerin sunulması bile online yürütülüyor. Başvuruyu yaptıktan sonra vize merkezine fotoğraf ve parmak izi için bir kez gitmeniz gerekiyor, bir de pasaportları almak için gidiyorsunuz oraya o kadar.
Başvurudan tam 3 hafta sonra vizemizi aldık. Vize merkezleri özellikle yaz dönemlerinde yoğun olabiliyor, 1-2 saat bekleme ihtimaliniz var aklınızda olsun.
Yanınızda nakit para bir miktar bulundurun derim, acil durumlar için. Ama onun haricinde hemen hemen her yerde kart geçiyor, hatta çoğu işletme sadece kart kabul ediyor.
Havalar biz gelmeden önce çok kötüymüş, biz geldiğimizde kapalı bir hava vardı ve hafif yağmur da çiseliyordu. Fakat genel olarak Temmuz ayı iyidir, hava 20 derecelerde gezer, bizim için çok sıcak olmasa da yerel halk için bunaltan bir sıcak anlamına geliyor :) Yanımıza kalın kıyafetler de almıştık, ama İskoçya’ya geçene kadar kullanmamıza gerek kalmadı. Tişört, şort, terlik şeklinde takıldık.
Gitmeden önce ve gittiğimizde orada buluştuğumuz arkadaşlarımız bizi hep kapkaç konusunda uyardılar. Çevreden duyduğumuz kadarıyla cep telefonu ve cüzdanları motosiklet veya bisikletli hırsızlar bir anda alıp kaçabiliyorlarmış. O kadar uyardılar ki bizi, biz de biraz tedirgin olduk. Tedbiri elden bırakmayın, etrafınızın farkında olun. Bir de tenha yerlere akşam karanlığında gitmediğiniz sürece bir problem yaşamazsınız. Londra dışındaki şehirlerde böyle bir durum yok, kuzeye çıktıkça suç oranı azalıyor anladığım kadarıyla. Biz elhamdulillah gittiğimiz hiçbir yerde olumsuz bir durumla karşılaşmadık.
Tatile çıkarken Londra’da kalacağımız yer haricinde hiçbir plan yapmadık, bir de İskoçya’dan dönüş biletimiz vardı o kadar. Arasını tatili yaparken kafamıza göre doldurduk.
Böylelikle toplamda 4 farklı yerde konakladık. Yükümüz oldukça ağırdı, bir sürü de alışveriş yaptık daha da ağırlaştı valizler. Ona rağmen çok problem olmadan trenlere, otellere falan ulaşabildik. Hemen hemen tüm istasyonlarda asansör bulunuyor ve zaten şehirler dümdüz olduğu için valizleri çekmek sorun olmuyor. Kalacağımız yerleri de hep istasyonlara yakın seçtik. İstasyonlar şehir merkezlerinde oluyor, ulaşımımız çok pratikti.
Gezimize Londra’dan başladık. Uçak biletlerini gitmemize 2 hafta kala aldık, ona rağmen kişi başı tek yön fiyatı 3 bin lira civarındaydı. Dönüşü de Edinburgh’dan aldık, yine benzer fiyattan.
📢 Please mind the gap between the train and the platform.
Londra’da 12 gece boyunca, merkezde Bank istasyonuna yürüme mesafesinde bir managed apartment’ta kaldık. Mutfağı olduğu için, sabah kahvaltılarımızı hep evde yaptık. Bir iki akşam da yine evde yemek yedik. Gezimizin en pahalı kalemi hep konaklama oldu, fiyatlar Londra merkezde çok uçuk. Ama rahat rahat gezebilelim diye merkezi bir yer seçtik. Ayrıca daha önce iş için geldiğimizde yine burada kalmıştık yaklaşık 2 ay boyunca, hatıralarımızı da canlandırmak istedik.
Ulaşım için oyster kart almadık, direkt kredi kartlarımızla bindik metro ve otobüslere. Oyster almanın pek anlamı yok, hatta daha dezavantajlı bile olabilir çünkü ilk kez alırken kart bedeli de var.
Stansted havalimanına öğlen saatlerinde indik. Pasaport kontrolünden hızlıca geçtik. Dönüş biletimizi sordular, var dedim ama görmek istemedi tamam deyip geçirdi bizi. Taksi ayarlamak için oradaki taksi bürosuna geçtim, Londra merkeze 170 pound olan fiyatı duyunca hemen çıktık oradan :) Taksiye tonlarca para vermeye hiç gerek yok, havalimanından trenle ulaşım rahat. Valizlerimizle birlikte kolayca trene bindik ve 50 dakika sonra Liverpool Street istasyonunda indik. Yanlış hatırlamıyorsam kişi başı 15 pound gibi bir ücret ödedik tren için.
Tren istasyonundan kalacağımız yere yaklaşık 20 dakikada yürünebiliyordu, Londra dümdüz bir şehir ve hava da güzel olunca yürüyelim dedik. Zaten Londra’yı özlemiştik, sokaklarda dolaşmak için can atıyorduk. Valizlerimizle gorgor gürgür geldik kalacağımız yere.
İlk iş olarak karnımızı doyurduk, falafelli salatalı birer tabak aldık Go Falafel’den. Kişi başı 10 pound civarında ödedik. Genel olarak böyle fast-food tarzı yerlerde öğünler 10 pound oluyor, içecek falan alırsanız 12-13 bulabiliyor. Restoran tarzı yerlerde de ortalama kişi başı 20 pound ödüyorsunuz. Kahve fiyatları da 2.5-3.5 arası değişiyor gördüğüm kadarıyla.
Hava kararırken yakın civarda dolaşmaya başladık.
Biraz market alışverişi yaptık, benim favorim olan “tea cake"lerden de aldım elbette. Çayın yanında çok iyi gidiyor.
Marketlerde satılan “double cream” aynı bizim köydeki kaymak gibi, muhteşem. Ekmeği kızartıp kaymakla yemek çok güzel oluyor. Biraz zeytin aldık, zeytinler de çok güzeldi. Endüstriyel paket gıda kalitesi bizimkinden çok daha iyi :( Keşke bizde de bu kalitede olsaydı marketten aldığımız ürünler. Fiyat olarak da hemen hemen aynı İstanbul’la.
Genel olarak musluk suyu içiliyor, biz gittiğimiz yerlerde otel lobisinde musluk suyunu içebilir miyiz diye sorduk ve hepsinde içilebilir dediler. Suyumuzu musluktan içtik ve elhamdulillah bir problem yaşamadık.
Sabah eşimin hazırladığı enfes kahvaltıdan sonra çantalarımızı hazırlayıp Londra’nın kuzeyine, eski kaldığımız mahalleye doğru yola çıktık. Trene bineceğimiz Moorgate istasyonuna doğru yürürken yol üstündeki Vodafone bayisinden bir sim kart aldım. Bizim operatörler tarifemizi yurtdışında kullanmak için günlük 200 lira civarı bir fatura çıkarıyor, oranın sim kartından almak daha ucuza geldi. 30 pounda bir ay limitsiz internete sahip bir vodafone hat aldım. Online alışveriş yapmam gerektiğinde şifre SMS’i TR’deki hattıma geldiği için, TR hattımı takıyordum ama datayı kapatıyordum ki faturaya bir şey yansımasın. SMS geldikten sonra hemen diğer hatta geçiyordum, bu biraz uğraştırdı ama çok da dert değil. E-sim kullanıyorsanız zaten hat değiştirme derdi olmuyor, rahatça yaparsınız bu dediklerimi.
Moorgate istasyonundan great northern trenlerinden birine bindik ve yaklaşık 25 dakika sonra Alexandra Palace istasyonunda indik. Alexandra Palace yayıncılık için tarihi öneme sahip bir yer, BBC ilk yayınını buradan yapmış. Dümdüz bir şehir olan Londra’nın ender tepelerinden birine kurulmuş, tepe dediğime bakmayın hafif bir yükselti sadece. Arkasında yer alan gölet ve parkta biraz dinlendikten sonra mahallemize doğru yürüyerek geçtik.
Evimizin önüne geldiğimizde evin boş olduğunu gördük, bir sonraki kiracısını veya sahibini bekliyor, biraz hüzünlendik tabi :) W7 hattına binerek Londra’nın merkezine, kaldığımız yere döndük.
Biraz dinlendikten sonra akşam üzeri St James’s Park’a gitmeye karar verdik. Bu park Buckingham Sarayı’na, Hyde Park’a, Green Park’a ve Westminster Katedrali’ne komşu sayılabilecek merkezi bir noktada. Parkta dolaşırken, İstanbul’da bir türlü buluşup görüşemediğimiz aile dostlarımızla karşılaştık. Çok güzel bir tesadüf oldu ve daha sonra bir iki kere daha beraber vakit geçirme şansı bulduk Londra’da.
St James’s Park’ın bir ucundan diğerine yürürken bando sesleri duyduk, askeri bandonun konseri varmış (Horse Guards Parade). Ücretsiz biletler vardı ama etkinlik çoktan başlamıştı ve tüm gruba (karşılaştığımız arkadaşlarımızla birlikte kalabalık olduk) yetecek kadar bilet yoktu. Biz de dışarıdan biraz izledik ve oradaki güvenlik görevlisinden biraz bilgi aldık etkinlikle ilgili. Saat 8’de havai fişek gösterisi olacağını söylediler, havanın 9’da karardığını düşünürsek bana biraz garip geldi. Gün aydınlığında kıytırık bir havai fişek gösterisi izledik.
Şehrin çeşitli noktalarında, özellikle parklarda, ücretli tuvaletler bulmak mümkün. Çok sık olmasa da, ara ara su içebileceğiniz çeşmeler de mevcut.
Hava yine çok güzeldi. Bu kez Hyde Park taraflarına gitmeye karar verdik. Metroyla Hyde Park’ın batısında yer alan Kensington Gardens’a geçtik. Oradaki Diana Memorial çocuk oyun alanında biraz takıldık. Parkların içinde çocuklara özel bölümler var. Sokaklarda başıboş kedi/köpek pek olmadığından, parklardaki kum havuzları falan temiz. Bir de meşhur parklardaki oyuncaklar oldukça bakımlı oluyor. Çocuk oyun alanları genelde çitlerle çevrili oluyor ve giriş çıkışlar belli yerlerden yapılıyor. Bu sayede aklınız çocukta kalmamış oluyor, kaybolur mu veya çıkıp gider mi diye endişelenmiyor insan.
Kensington bahçelerinden yürüyerek Hyde Park’a doğru geçtik. 15-20 dakika yürümek gerekebiliyor, oldukça büyük bir yer. Yorulduğumuzda dondurma arabalarından birer dondurma alıp bir ağacın altında dinlendik.
Hyde Park’ın içinde bir gölet var (sanırım gölet, kanal değil). Gölette pedallı veya elektrikli botlarla turlayabiliyorsunuz. Biz pedallı kiraladık, bir saatlik ücreti kişi başı 12 pound civarı, çocuklar için de bunun yarısı fiyat. Yarım saat de kiralanabiliyor ama gölet büyükçe, bir saatte ancak turlayabildik etrafını. Oldukça zevkliydi, tavsiye ederim.
Akşam Londra’da yaşayan kuzenimle buluştuk ve bizi Pencab mutfağından yemekler sunan Tayyabs isimli restorana yemeğe götürdü. Burası helal bir restoran. Londra’nın doğusunda kalıyor, Doğu Londra Cami’sine çok yakın. Yiyeceklerin hepsi aşırı baharatlı ve çok acıydı. Lezzet olarak güzel. Meyveli ayran gibi bir içecekleri vardı, çok beğendim, biraz milkshake’i andırıyor.
Restorandan çıkınca merkeze doğru yürümeye başladık, Shoreditch üzerinden bir rota takip ettik. Spitalfields’dan geçtik; eski iş yerimde öğlen yemeğine buraya gelirdik. Market dedikleri, yemek yapan ufak standların bulunduğu bir pazar yeri. Yol üstündeki Brick Lane Cami’sinde akşam namazını kıldık. Eve vardığımızda epey yorulmuştuk, hareketli bir gündü.
Gezimizin 4. gününde, yoğun bir program takip etmemize rağmen henüz gitmediğimiz pek çok yer vardı. Cuma namazını da düşünerek, Regent’s Park’ta takılmaya karar verdik. Burası Holland Park’la birlikte en sevdiğim park. Namaz saatine kadar biraz gezindik. Burası da oldukça büyük bir park. Parkın bir köşesinde Londra Merkez Cami’si bulunuyor. Diğer bir köşesinde de hayvanat bahçesi var.
Hayvanat bahçesinin olduğu taraftan Camden Town denilen mahalleye geçiliyor. Camden Town değişik bir mahalle, ben pek sevmiyorum, bana hitap etmiyor.
Hayvanat bahçesi güzel, ama çok sıcak bir gündü ve biz perişan olduk gezerken. Sıcaklarda gidilecek bir yer değil. Zavallı penguenler o sıcaklara nasıl dayandı bilmiyorum.
Akşam Camden Town üzerinden metroyla kaldığımız apartmana döndük. Akşamı Thames nehri üzerindeki Milenyum Köprüsü ve civarında geçirdik. St Paul Katedrali bize çok yakındı, biraz onun bahçesinde oyalandık. Daha sonra nehre doğru yürüyüp yayalara özel yapılan köprüden karşıya geçtik ve biraz da nehrin güney tarafında takıldık. Hemen yakındaki Southwark köprüsünden tekrar kuzey tarafa geçip, apartmanımıza döndük.
Cambridge’de çok yakın iki arkadaşım yaşıyor, onları ziyaret etmek için bir günümüzü ayırdık. Kings Cross istasyonundan gidiş dönüş (aynı gün) biletlerimizi 3 kişi grup indirimiyle birlikte 42.90 sterline aldık. Sabah saat 8:30 gibi kalktı tren ve yaklaşık 50 dakika sürdü yolculuk. Vardığımızda arkadaşım bizi karşıladı ve otobüsle yaklaşık 20 dakikalık bir yolculuktan sonra evlerine vardık. Mahalleleri çok güzel, evleri de çok hoşumuza gitti. Çocuklar da güzel vakit geçirdiler birlikte.
Öğleden sonra üniversitenin olduğu merkez bölgeye geçtik. Aşırı kalabalıktı, hem turist hem de mezuniyet için gelen ailelerden dolayı pek bir yer gezemedik. Daha önce Nisan ayında Cambridge’e gitmiştik, o zaman kolejleri ve kanalları keyfini çıkararak keşfetmiştik ama bu sefer turistik açıdan pek güzel bir zamana denk gelmedik.
Daha sonra diğer arkadaşım geldi ve günün ikinci yarısını da onlarla geçirdik. Çocukları parka götürdük, onlar oynarken biz de hasret giderdik. Akşam namazına arkadaşım Cambridge’de yeni yapılan bir camiye götürdü bizi, kocaman ve çok güzel bir cami.
Dönüş için akşam 9:30’daki trene yetişmeye çalıştık, boşuna acele etmişiz çünkü tren iptal olmuş ve bir sonraki trene binmek zorunda kaldık. Trenler sürekli iptal oluyor veya rötar yapıyor, siftahımızı yapmış olduk. Londra’ya döndüğümüzde saat 11 civarıydı, kendimizi eve attığımızda da 12’ye geliyordu. Epey yorulduk ama arkadaşlarımızı görmek çok iyi geldi.
Daha önce Londra’da yaşarken Greenwich bölgesine hiç gitmemiştik. Bu kez orayı etraflıca bir gezmek istedik. Daha önce bahsettiğim, St James’s Park’ta karşılaştığımız arkadaşlarımız da bu bölgede bir ev tutmuşlar. Onlarla da tekrar görüşmek ve Greenwich’i dolaşmak için iyi bir fırsat oldu.
Greenwich’te başlangıç meridyeni haricinde diğer ilgi çekici yerler şunlar:
Greenwich oldukça güzel bir bölge. Merkezden biraz uzak kalıyor ama DLR ile yaklaşık yarım saatte Bank istasyonundan buraya gelebildik. Oldukça rahat bir yolculuktu.
Yakındaki bir parkta arkadaşlarla buluşup piknik yaptık. Londra dümdüz bir şehir demiştim ya, işte Greenwich nadir tepelerden birine sahip. Tepe derken yine hafif bir yokuş olarak düşünün, çok yüksek değil. İstanbul’la kıyaslanmaz.
Tepede rasathane mevcut, başlangıç meridyeni de buradan geçiyor. Bu tepenin manzarası çok güzel.
Akşam hava kararırken nasıl döneceğimizi düşünüyordum ki, ilk günden dikkatimi çeken uber boatların iskelesinin hemen yanında olduğumuzu fark ettim. Biraz pahalı ama en azından nehirde de bir gezinti gibi olur diyerek uber boata binmeye karar verdik. Sanırım kişi başı 12 sterlin gibi bir ücret ödedik. Akşam hava kararıyordu, gezintiden pek bir şey anlamadık. Eğer turistik amaçla binecekseniz hava daha aydınlıkken binmek mantıklı olabilir. Uber boat’un hemen hemen meşhur tüm noktalarda bir iskelesi var, nehrin bir kuzeyine bir güneyine uğrayarak zik-zaklar çizerek iskeleler arasında dolaşıyor.
Biz kaldığımız yere en yakın nokta olan Bankside iskelesinde indik ve Southwark köprüsünden geçerek eve ulaştık.
Böylece pazar günü yaptığımız Greenwich ziyaretiyle Londra’daki ilk haftamızı tamamlamış olduk. Gezinin ikinci bölümü daha çok Londra’nın merkezinde geçti ve bol bol alışveriş yapıp değişik lezzetleri denedik. Bunları da ayrı bir yazıda paylaştım: Birleşik Krallık - 2. Bölüm.